THE POETŞAİR PUŞKİN (2025): “Bir Şairin Eksik Tutkusu ve Trajik Portresi”

Felix Umarov’un yönettiği The Poet (Пророк. История Александра Пушкина), 2025’in en iddialı Rus yapımlarından biri olarak vizyona girdi ve izleyiciyi 19. yüzyıl Rusya’sının çalkantılı, romantik ve trajik dünyasına çekiyor. Alexander Pushkin’in hayatını konu alan bu müzikal dönem draması, Rus edebiyatının “babası” olarak anılan şairin gençlik yıllarından, asi ruhunun zirvelerinden ve nihayetinde trajik sonuna uzanan bir yolculuğu epik bir şekilde işliyor. Film, Pushkin’in “The Prophet” şiirinden esinlenerek açılıyor; şairin, ilahi bir vizyonla “kalpleri yakma” emri aldığı o güçlü metafor, filmin ruhunu adeta bir manifesto gibi çerçeveliyor. Pushkin burada sadece bir şair değil, kelimeleriyle imparatorluğu sarsan, çağının ötesine uzanan bir kehanetçi, bir asi, bir romantik ikon olarak resmedilmiş.

Yura Borisov’un canlandırdığı Pushkin, filmin tartışmasız kalbi. Borisov, şairin hem kibirli hem de büyüleyici enerjisini ustalıkla yakalıyor; balo salonlarında alkışlanan, esprili ve küstah genç adamı, aynı zamanda sürgünde yalnızlaşan ve kendi tutkularının ağırlığı altında ezilen bir ruhu başarıyla yansıtıyor. Svetlana Khodchenkova’nın Natalia Goncharova rolündeki zarif ama kırılgan performansı, Pushkin’in evliliğinin hem ilham kaynağı hem de trajedisinin fitilini ateşleyen bir unsur olduğunu hissettirirken, Anya Chipovskaya ve diğer yan karakterler –sarayın entrikacı bürokratları, sadık dostlar, kıskanç rakipler– dönemin sosyopolitik atmosferini zenginleştirerek hikâyeye bambaşka derinlik katmış. Umarov, senaryoyu Andrey Kurganov ve Vasily Zorky ile birlikte kaleme almış ve önceki kısa filmlerindeki keskin, ritmik estetiği burada daha büyük bir tuvale taşımış. Her sahne, adeta bir Pushkin dizesi gibi titizlikle işlenmiş: Keskin, duygusal ve ritmik.

Filmin en güçlü yönlerinden biri, tarihsel ve kültürel derinliği. Pushkin, Rus edebiyatının temel taşı, “bizim her şeyimiz” olarak anılan bir figür. Film, onun sansürle mücadele eden eserlerini –hatta ölümünden sonra yayınlananları– vurgulayarak, şairin yalnızca bir sanatçı olmadığını, aynı zamanda özgürlüğün ve bireysel ifadenin sembolü olduğunu hatırlatıyor. Özellikle Pushkin’in sürgün yılları, filmde hem görsel hem de duygusal olarak etkileyici bir şekilde işleniyor: Karlı, kasvetli manzaralar, şairin yalnızlığını ve içsel çalkantılarını adeta bir tablo gibi yansıtıyor. Müzikal unsurlar, filmin duygusal yükünü güçlendiriyor; geleneksel Rus melodileriyle modern düzenlemelerin harmanlandığı şarkılar, Pushkin’in şiirsel ruhunu çağdaş bir dille aktarıyor. Örneğin, Natalia ile evliliğinin ardından yazdığı şiirlerin sahnelendiği sekanslar, romantizmle ironiyi ustaca birleştiriyor. Düello sahneleri ise adeta bir opera finaline yakışır bir yoğunlukta: Trajik, ağır ve görkemli. Görsel olarak, film 19. yüzyıl Rusya’sını –Petersburg’un karlı sokakları, mum ışığında parlayan balo salonları, taşra malikânelerinin melankolik havası– büyüleyici bir şekilde canlandırıyor. Prodüksiyon tasarımı, Gazprom-Media’nın desteğiyle göz kamaştırıcı bir ihtişama sahip; kostümler, dekorlar ve sinematografi, izleyiciyi o döneme ışınlıyor.

Ancak The Poet, tüm bu ihtişamına rağmen kusursuz değil; bazı anlar, filmin vaadini gölgeliyor. Müzikal sahneler, yer yer Hollywoodvari klişelere saplanıyor: Gizemli kadın bakışları, falcı ziyaretleri, dramatik gökyüzü çekimleri gibi unsurlar, özgünlükten uzak, adeta bir kargo kültü gibi hissettiriyor. Pushkin’in evliliğini şiir yazma süreciyle bağlama çabası, tarihsel gerçeklerden uzaklaşarak inandırıcılığı zedeliyor; bu sahneler, şairin yaratıcı sürecini romantize ederken biraz zorlama duruyor. Ayrıca, bazı montajlar –özellikle trajediyi vurgulayan abartılı geçişler– hikâyeyi sulandırıyor ve filmi yer yer sıkıcı bir biyografiye indirgiyor. Borisov’un performansı etkileyici, ama Pushkin’in o ilahi, neredeyse doğaüstü kıvılcımını tam anlamıyla yakalayamıyor; şairin ruhundaki o “peygamber” ateşini hissettirmekte eksik kalıyor. Film, yaratıcılığın ve güzelliğin nesilden nesile aktığını, Pushkin’in mirasının bugün bile yaşadığını söylemek istiyor – ve bunda haklı. Ama bu mesaj, ekranda yeterince tutuşmuyor; bir vaadin, bir ihtimalin gölgesinde kalıyor.

The Poet, Rus sineması hayranları için bir ziyafet. Pushkin’in hayatını bilenler için, onun “bizim her şeyimiz” unvanını ekranda görmek duygusal bir kutlama. Ama evrensel bir başyapıt olmaktan uzak; daha çok, belirli bir kültürel bağlama hitap eden bir çalışma. 6/10’luk bir deneyim sunuyor: Görsel olarak büyüleyici, tarihsel olarak zengin, ama duygusal olarak tamamlanmamış. Klasik edebiyat ve Rus kültürüne meraklıysanız, bu filmi izlemek keyifli bir yolculuk olabilir; ama daha geniş bir izleyici kitlesi için, bir Pushkin şiir antolojisi muhtemelen daha derin bir tatmin sağlar. Umarov’un bu epik denemesi, onun yönetmenlik yolculuğunda bir “sürgün” dönemi gibi – hırslı, etkileyici, ama henüz zirvesine ulaşmamış. Bir sonraki projesinde, o “peygamber” ateşini daha güçlü bir şekilde yakmasını umuyorum.

yasam.kaya@gmail.com