Bu hafta vizyona giren Yan Yana, Türk sinemasının uyarlama alışkanlığının sınırlarını zorlayan, ama bu sınırları aşamayan bir yapım. Mert Baykal’ın yönettiği, Feyyaz Yiğit’in senaryo ekibinde yer aldığı film, 2011 Fransız filmi Can Dostum’un İstanbul versiyonu olarak karşımıza çıkıyor. Zengin bir iş adamı ile Roman mahallesinden gelen neşeli bir bakıcının dostluğu, sınıfsal uçurumları mizahla yumuşatma iddiasında; ancak özgün bir bakış açısı getiremediği için, orijinalin gölgesinde soluk kalıyor. İki buçuk saatlik süresiyle, tempo sorunları ve tekrarlayan sahnelerle izleyiciyi yoruyor.
Hikâye, yamaç paraşütü kazası sonrası tekerlekli sandalyeye mahkûm olan Refik’in (Haluk Bilginer) lüks villasında başlıyor. Refik’in bakıcı ilanına başvuran Ferruh (Feyyaz Yiğit), Roman mahallesinden gelen, hayat dolu ama sorumsuz bir genç. İlk karşılaşma sahnesi, filmin tonunu belirliyor: Ferruh, Refik’in klasik müzik dinlediği salonda, yüksek sesle türkü mırıldanıyor; Refik’in soğuk “Bu evde sessizlik hüküm sürer” cevabı, Ferruh’un “Sessizlik mi? Benim mahallede gece 3’te bile davul var” esprisiyle kırılıyor. Bu sahne, potansiyel bir kimya vaat ediyor – ama film, bu başlangıcı ilerletmek yerine, aynı şakayı farklı varyasyonlarla tekrarlıyor.
Örneğin, banyo sahneleri tam üç kez karşımıza çıkıyor. İlkinde Ferruh, Refik’i küvete sokarken yanlışlıkla sıcak suyu açıyor; ikinci kez, sabun köpükleriyle oynuyor; üçüncüde ise duş başlığını düşürüp ortalığı su içinde bırakıyor. Her seferinde aynı tepki: Refik’in sinirli bakışı, Ferruh’un “Abi, bi’ kaza işte” savunması. Bu tekrar, ilk başta eğlenceli gelse de, ilerleyen dakikalarda tempo düşürüyor ve izleyiciyi “Yine mi?” dedirtiyor. Benzer şekilde, Ferruh’un Refik’i “kaçırma” girişimleri – bir kez arabayla şehir turu, bir kez gece kulübüne götürme, bir kez de itfaiye merdiveniyle yangın tatbikatı – aynı formülü izliyor: Kaos, şok, uzlaşma. İtfaiye sahnesi, fragmanlarda öne çıkarılan absürt bir an; ama film içinde bağlamı zayıf, sadece görsel bir şov olarak kalıyor.
Haluk Bilginer, Refik karakterine yine derinlik katıyor. Özellikle, eski eşini hatırladığı bir sahnede, pencereden süzülen yağmur damlalarını izlerkenki sessiz gözyaşı, filmin en dokunaklı anlarından biri. Ancak senaryo, bu iç dünyayı yeterince açmıyor; Refik’in geçmişi, birkaç kısa flashback’le (iş toplantıları, yalnız akşam yemekleri) geçiştiriliyor. Feyyaz Yiğit ise Ferruh’u enerjik oynuyor; Roman aksanı, sokak jargonu ve fiziksel komediyle dikkat çekiyor. Ne var ki, karakterin derinliği sınırlı: Yoksulluğu, ailesiyle ilişkileri, hayalleri – hepsi yüzeysel. Yiğit’in senaryo katkısı, diyaloglardaki mizahı güçlendiriyor; ama bu mizah, çoğu zaman bel altı esprilere (örneğin, Ferruh’un “Abi, senin pipin çalışmıyor mu?” sorusu) ya da stereotiplere (Romanların sürekli müzikle yaşadığı imajı) yaslanıyor.
Teknik açıdan, IMAX çekim iddiası filmin en tartışmalı yönü. Geniş kadrajlar, Boğaz manzaralarında etkileyici; ama iç mekan sahnelerinde, özellikle villanın karanlık koridorlarında, samimiyet kayboluyor. Yakın planlar bile devasa ekranda soğuk duruyor. Ses tasarımı başarılı; klasik müzik ile türkü geçişlerinde uyum var. Ancak Arto Tunçboyacı tarzı minimalist skor, duygusal anlarda fazla baskın – örneğin Refik’in kızı ile telefonda konuştuğu sahnede, müzik karakterin sessizliğini boğuyor.
Yan karakterler de ihmal edilmiş. Bige Önal’ın canlandırdığı Refik’in asistanı, sadece “Efendim, toplantı var” demek için var. Hatice Aslan’ın Ferruh’un annesi rolü ise tek bir sahnede, “Oğlum, para kazan da eve ekmek getir” repliğiyle sınırlı. Bu eksiklik, filmi Refik-Ferruh ikilisine hapsediyor; dünya daralıyor, hikâye tek boyutlu kalıyor.
En büyük eksiklik, özgünlük. Neden Türk sineması, kendi sınıfsal gerçeklerini, kendi mahallelerini, kendi yalnızlıklarını anlatamıyor? Roman kimliği, sadece aksan ve müzikle temsil ediliyor; kültürel derinlik, sosyolojik bir bakış yok. Orijinal filmdeki ırk teması, burada “farklı yaşam tarzı”na indirgenmiş – bu da mesajı zayıflatıyor. Gişe odaklı bir stratejiyle, 300’den fazla salonda gösterime giren Yan Yana, star gücüyle izleyici çekiyor; ama sinemasal bir katkı sunmuyor.
Sonuç olarak, Yan Yana eğlenceli anlar barındırsa da, potansiyelini gerçekleştiremiyor. Bilginer ve Yiğit’in performansı, filmi ayakta tutuyor; ama senaryo, tempo ve özgünlük eksikliği, izleyiciyi yarı yolda bırakıyor. 5.5/10 – izlenir, ama unutulur. Türk sineması, kendi hikâyelerini anlatmaya cesaret edene kadar, bu tür uyarlamalarla yetinecek gibi görünüyor.
yasam.kaya@gmail.com

