ERKEN KIŞ (2025): “Karnında Başka Birinin Hayali” / YAŞAM KAYA

Özcan Alper’in sineması, her zaman olduğu gibi, doğanın sert dokusunu insan ruhunun kırılganlığıyla iç içe geçirerek ilerler. “Erken Kış”, yönetmenin filmografisinde bir dönüm noktası değilse de, kapitalizmin gölgesinde filizlenen aile hayallerini ve bireysel travmaları ustalıkla sorgulayan, melankolik bir yol filmi olarak öne çıkıyor. 28 Kasım 2025’te vizyona giren bu yapım, Türkiye’nin gri sınırlarından Karadeniz’in puslu dağlarına uzanan bir yolculukla, taşıyıcı annelik gibi tabu bir konuyu merkeze alarak, aidiyet ve kayıp duygularını derinlemesine kazıyor. Alper, burada da Karadeniz coğrafyasını bir karakter gibi konumlandırıyor; erken bastıran kar fırtınaları ve sisli yollar, tıpkı karakterlerin iç dünyasındaki fırtınalar gibi, ilerlemeyi zorlaştıran bir metafor haline geliyor.

Filmin omurgasını, Ferhat ve Lia arasındaki zorunlu yolculuk oluşturuyor. Ferhat, İstanbul’un konforlu ama ruhsuz orta sınıf hayatında sıkışmış bir fabrika müdürü; eşi Handan’la çocuk sahibi olma hayali, yasadışı bir taşıyıcı annelik anlaşmasıyla gerçeğe dönüşmüş. Lia ise, yarı Gürcü yarı Ukraynalı bir sanatçı; savaşın pençesinde Avrupa hayali kuran, ama karnında taşıdığı bebekle kendi kimliğini sorgulayan genç bir kadın. Bu ikili, bebeğin doğumundan hemen sonra patlak veren Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle Türkiye’de mahsur kalıyor ve nihayetinde Lia’yı Gürcistan’a ulaştırmak için üç günlük bir yola çıkıyorlar. Bu yolculuk, fiziksel bir mesafeden öte, sınıf çatışmalarını, biyolojik bağların ironisini ve bastırılmış arzuları açığa vuran bir iç hesaplaşmaya dönüşüyor. Alper, senaryoyu Uğur Aydedim’le kaleme alırken, gerçek hayat hikâyelerinden esinlenerek –örneğin Türkiye’den taşıyıcı anne olarak giden kadınların öykülerinden– filmi güncel bir trajediye dönüştürmüş. Ancak bu gerçekçilik, filmin temposunu yer yer ağırlaştırıyor; yol sahneleri, duygusal derinlik katmak adına uzatılmış gibi hissettiriyor, ki bu da seyirciyi zaman zaman durağan bir ritme hapsediyor.

Oyunculuklar, filmin en güçlü dayanakları. Timuçin Esen, Ferhat’ı sessiz bir iç patlamayla canlandırıyor; adamın yüzeydeki sakinliği altında yatan suçluluk ve özlem, Esen’in dar alanlardaki (araba içleri, otel odaları) minimal ifadeleriyle adeta somutlaşıyor. Esen, son dönemde izlediğimiz en olgun performanslarından birini sergiliyor; Ferhat’ın Lia’ya karşı filizlenen, ama asla tam olarak adlandırılmayan duygusu, onun gözlerindeki o donuk bakışla en vurucu şekilde aktarılıyor. Leyla Tanlar ise Lia rolünde parlıyor –bu onun ilk sinema deneyimi olmasına rağmen, Altın Portakal’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kapması tesadüf değil. Tanlar, fiziksel dönüşümün (hamilelik, doğum sonrası yorgunluk) ötesinde, bir annenin ayrılık acısını ve sanatçının özgürlük özlemini öyle doğal bir şekilde harmanlıyor ki, karakterin karmaşıklığını seyircinin damarlarında hissetmemek imkânsız. Yarı Ukraynalı kökeni, Lia’nın kültürel ikilemini daha da inandırıcı kılıyor; resim sahnelerinde, denize bakan bir rahip tablosuna gönderme yaparak, yalnızlığın romantik bir portresini çiziyor. Yan rollerde Nastya Bogdanova’nın Handan’ı, sessiz bir kıskançlıkla hikayeye katman eklerken, Erdem Helvacıoğlu’nun müzikleri ve Yağız Yavru’nun sinematografisi, filmin duygusal yoğunluğunu katmerliyor –özellikle o final şarkısı ve uçurum kenarı sahneleri, göğsü sıkan bir ağırlık bırakıyor.

Alper’in sinemasında doğa, her zamanki gibi, bir ayna görevi görüyor. “Sonbahar”daki yağmurlu Hopa manzaraları gibi, burada da karla kaplı yollar ve terk edilmiş köy evleri, karakterlerin köksüzlüğünü yansıtıyor. Film, taşıyıcı anneliği sadece bir etik ikilem olarak değil, kapitalist düzenin aileleri “üretken” kılma baskısı altında ezdiği bir metafor olarak işliyor; Lia’nın karnındaki bebek, sınıfsal eşitsizliğin somut bir simgesi haline geliyor. Bu bağlamda, “Erken Kış” politik bir film olmaktan ziyade, bireysel bir vicdan sorgulaması; Ferhat’ın dönüşümü, filmin en dokunaklı yanı –o son sahnede, söylenmemiş sözlerin ağırlığı altında ezilen bir adamı izlerken, kendi kayıplarımızı hatırlamamak elde değil. Ne var ki, finaldeki acelecilik, bu dönüşümü tam olarak sindirmemize engel oluyor; duygusal geçişler, daha fazla soluk alma alanı verseydi, film “Sonbahar”ın yarattığı o unutulmaz melankoliye daha yakın olabilirdi.

Sonuç olarak, “Erken Kış” izleyicisini kışın erken karanlığına davet eden, ama o karanlıkta ufak bir bahar umudu taşıyan bir film. Özcan Alper, yine coğrafyasının yalnızlığını ve insan ruhunun çaresizliğini beyaz perdeye taşıyarak, sinemamızı zenginleştiriyor. Bu yolculuğa çıkmak isteyenler için, sinemalar hâlâ bir sığınak –ve film, o sığınakta uzun süre yankılanacak bir hikâye.

yasam.kaya@gmail.com