Onur Ünlü’nün 2008 tarihli kült filmi Güneşin Oğlu, Zorlu PSM’de tiyatro sahnesine taşındığında, sinemanın o gerçeküstü kara mizahını bedenle, nefesle, çıplak ışıkla, sade kurmacalarla yeniden yaratıyor. Hikâyede Cihangir’deyiz: Emekli edebiyat öğretmeni Fikri Şemsigil, penceresinden her sabah izlediği genç komşu kızın hayaliyle yaşarken, yanındaki kırk yıllık karısıyla aynı yatakta uyanmaktan bıkmış, mucize diye bir şey kaldıysa ona tutunmak isteyen yalnız bir adam. Bir sabah, yıllar önce güneş tutulmasında doğmuş ve annelerinin doğurganlığını yitirmesine yol açan çocuklarla olan hikayenin içinde buluyor kendisini; aynı tutulma tekrarlanırken “Güneşin Oğlu” olduğunu keşfediyor. Ardından ruhu, yakın çevresindeki bedenlere sıçrıyor bir bir: kiralık katilden pop şair Alper Canan’a, garson Burak’a, komşu kıza kadar herkesin içine giriyor. Bu geçişler, Fikri’nin kendi kimliğini yeniden kurma çabasının hem komik hem trajik yansıması. Türk tiyatrosunda bu denli özgün bir kozmik paradoks çok az işlendi; metnin cesareti gerçekten çok etkileyici.
Onur Ünlü ile Nagihan Gürkan’ın ortak rejisi, sinema dilini tiyatroya çevirirken minimalist ama akışkan bir sahne tasarımı (Barış Dinçel) tercih etmiş: dekor oyuncularla beraber varolup kayboluyor, oyuncular boş alanda kendi mekanlarını bedenleriyle yaratıyor. Bu sadelik, filmin statik apartman sahnelerini dinamik bir akışa kavuştururken, 75 dakikalık ara vermeyen süre boyunca tempo böylelikle hiç düşmüyor. Cem Yılmazer’in çarpıcı ışıkları ruh göçlerini somutlaştırıyor, Gül Sağer’in kostümleri sembolik bir katman eklemiş konuya. Ancak bu aşırı efekt kullanımı, bazen felsefi derinliği dışsal şova indirgiyor; ışık ve ses bombardımanı, düşünmeyi zorlaştıran bir unsur.
Ensemble, oyunun en güçlü yanı. Ruh göçü teması, Fikri Şemsigil’i tek bir oyuncuya hapsetmiyor; her oyuncu Fikri’nin bir parçasını taşıyor. İbrahim Selim, naifliğini, kırılganlığını öyle incelikli bir şekilde işlemiş ki, seyirci onunla birlikte hem gülüyor hem hüzünleniyor. Deniz Celiloğlu, kiralık katil-Mesih rolünden başlayarak fiziksel bir fırtına estirmiş. Kendisini yıllardır sahnelerde izlerim, çok başarılı bir isim; kısa katil sahnelerinden sonra Fikri’nin enerjisini bambaşka bir boyuta taşımış. Beyti Engin, oyunun başından sonuna kadar sahnede harikulade bir resital veriyor. Ülke tiyatrosunda ‘karakter’ canlandırmada usta isimlerden kendisi. Bu oyunda epeyce ses getirmiş. İlayda Alişan’ın Şule’si, masum şaşkınlığıyla oyunun duygusal dengesi. Efekan Can debutunda ise taze bir enerji. Zeynep Kankonde, genel dinamikte belirgin bir fark yaratmıyor; oyunun içinde belli belirsiz kalmış. Ekip ruhundan uzak sergiliyor rolünü.

Oyunla ilgili olumsuz eleştireceğim tek nokta final bölümü, ki oyunun en büyük sorunu. Yönetmen, paradoksun çözümünü seyirciye bırakıp; ölümden korkmak mı, öldürmekten korkmak mı daha ağırdır sorusuyla insan zihnini sorgularken, son bölümde bu sorular havada kalmış ve alt metindeki evlilik paradoksu, yaşamın faniliğini matematiksel zarafetle kurduğu denklemi çözmeden bitirmiş. Bu belirsizlik, keyifli bir deneyimi ani bir iç sıkıcılığına dönüştürüyor. Topu seyirciye atmak, alt metindeki güzel mesajları gölgeliyor. Bu kadar yoğun dakikalardan sonra insan bir kapanış, bir rahatlama bekliyor; o rahatlama maalesef yok. Belki bu yönetmenin kişisel tercihi, ama bize geçen bir duygu olmamış.
Sonuçta Güneşin Oğlu, sezonun en cesur, en özgün işlerinden biri. Absürtü varoluşsal bir eleştiriyle birleştiriyor, oyuncularıyla nefes alıyor, ışık ve bedenle yeniden doğuyor. Ama finaldeki bu netlik eksikliği, oyunun potansiyelini tam realize etmesini engelleyen önemli unsur. Yine de Fikri gibi mucizeye inanmak kolay, ama onunla yüzleşmek her zaman kaos getirir; bu kaosun görülmeye değer olduğunu düşünüyorum.
Oyuna puanım (10/7)
yasam.kaya@gmail.com
