SESSİZLİĞİN BAKIŞI / VECDİ SAYAR #HaftaninSanatYazilari

Bu hafta sinemadan söz etmeye niyetliyim. Toplumumuzda artan şiddet ve hoşgörüsüzlük eylemlerine inat… Seçime doğru, karamsarlığa değil, umuda, suskunluğa değil, konuşmaya ihtiyacımız var. Evet, “eller havaya!” diye coşmanın zamanı değil, ama sanatın derin sularında yıkanmaya ihtiyacımız var. Her zamankinden daha fazla…

Dün akşam izleyebildim nihayet; “Sessizliğin Bakışı”, son zamanların en etkileyici belgeseli (elbette, “Citizen Four”la birlikte). Endonezya’da 1965 yılında yaşanan “komünist katliamı”nı konu alıyor. Genç bir göz doktoru, katliamda hunharca öldürülen kardeşinin izini sürüyor film boyunca. Katiller, “devlete yardımcı” olan komandolar. Gözlerini kırpmadan işkence yapıp, öldürüyorlar, generallerin kendilerine teslim ettikleri insanları.

Zaman geçiyor, bu katillerin bir bölümü devletin üst kademelerinde görev alıyor; bir bölümü de, öldürdükleri insanların çocukları, torunları ile aynı mahallelerde yaşıyor. Ve, herkes suskun… Kimse, eski yaraları deşmek istemiyor. Kimi, daha fazla acı çekmemek için, kimi de korkusundan (Biliyorlar ki, yaşadıkları rejimin adı “demokrasi” olsa da, değişen fazla bir şey yok)… Ta ki, yürekli bir genç adam, bilinçli bir yabancı yönetmene destek verinceye kadar.

Film boyunca, pek çok kişiyle görüşüyor kahramanımız; bazıları öldürülen insanların akrabaları, bazıları ise cinayetlerin failleri. Katiller, gözlerini kırpmadan anlatıyor işledikleri cinayetleri. “İslam dini öldürmeye karşı”ymış; ama “komünistleri öldürmeye mani değil”miş!

Bazıları, gerçeği deşifre edebiliyor: “Amerikalılar öğretti bize komünistlerin düşman olduğunu”

Geçen yılın Venedik Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan “Sessizliğin Bakışı”ndan (The Look of Silence) önce “Öldürme Eylemi” (The Act of Killing) adlı filmiyle de 2014 BAFTA ödülünü kazanan ve Oscar adayı olan yönetmen Joshua Oppenheimer’ın büyükbabası Hitler rejiminden kaçarak, ABD’ye yerleşmiş. Yönetmenin iki filmi de, ABD, Danimarka ve pek çok Avrupa ülkesinin ortak yapımı.

Oppenheimer, Endonezya’da yaklaşık 1 milyon kişinin öldürüldüğü soykırımı konu alan ilk filminde, film içinde film biçemini kullanarak, katliamın faillerinin işledikleri cinayetleri canlandırmalarını sağlamıştı. İki filmde de, teknik kadroda görev alan Endonezyalılar, filmlerin jeneriklerinde “anonim” olarak anılıyor. Çünkü, korku hâlâ egemen; yaşananların tekrarlanmayacağının güvencesi yok.

“Sessizliğin Sesi” İstanbul’da yalnızca iki sinemada (Beyoğlu- Pera ve Moda Sinemalarında) belirli seanslarda gösterilebiliyor. Gösterim alanındaki tekelleşmenin sonucu deyip geçmeyelim; seyircinin yönelimi ortada. Sadece gülmek istiyor seyirci (her nedense bir de korku filmlerine ilgi var). Geçen hafta, 12 Eylül’ün yıldönümünde gösterime çıkan ve Diyarbakır cezaevinde yaşanan zulmü konu alan “Kanlı Postal” da aynı duyarsızlıktan payını alıyor. Umarım, önümüzdeki günlerde gösterime çıkacak olan “Madımak” aynı yazgıya kurban gitmez.

Oysa, vizyonda çok sayıda önemli film var. 50’li yılların Cezayir bağımsızlık mücadelesini anlatan “İnsanlıktan Uzakta”, içeriği tartışmalı olsa da, sıkı bir seyirlik “Tetikçi” (Sicario), sinefillerin kaçırmaması gereken “Victoria”, Wenders’in “Her Şey Çok Güzel Olacak” adlı son çalışması ve “13 Dakika- Hitler’e Suikast”… Sinemamıza gelince, dün gösterime çıkan Burak Aksak’ın “Kara Bela”sını henüz izleyemedim ama, Ömer Uğur’a son Altın Portakal Festivali’nde Film-Yön ödülünü getiren “Guruldayan Kalpler”i mutlaka izlemenizi öneririm. Necip Memili, Algı Ege ve Devin Özgür Çınar’ın rol aldığı bu güldürü, popüler sinemanın da seviyeli olabileceğini gösteriyor. Çağdaş sanatın toplumla ilişkisini sorgulayan filmin Bienal’le eş zamanlı gösterime çıkması da hoş bir rastlantı…

vecdisayar@yahoo.com

SESSİZLİĞİN BAKIŞI – VECDİ SAYAR