Killers of the Flower Moon (2023): “Martin Scorsese’in Gerçek Amerika’sı” / YAŞAM KAYA

12 Ekim’de İKSV Gaları’nda gösterilen ve geçtiğimiz gün vizyona giren Dolunay Katilleri, birkaç yıla dağılan düzinelerce cinayeti devasa bir 206 dakikaya yayıyor ve bu şimdiye kadar çok az filmin yaptığı gibi, konunun vahşeti üzerinde durmanıza olanak tanıyor. Martin Scorsese ve senarist Eric Roth, David Grann’in kurgu dışı gazetecilik romanının birçok ayrıntısını alıp bunları sinemanın dokusuna ve arka planına uyarlarken, bir yandan da tüyler ürpertici bir Kızılderili soykırımı vizyonuna karşı sürükleyici zehirli bir aşk hikayesine odaklanıyor.

Scorsese’nin beyazperdedeki en önemli iki adamı Robert De Niro ve Leonardo DiCaprio nihayet filmlerinden birinde bir araya gelerek ona sonsuz bir güç kazandırıyor. Ancak buradaki asıl gerçek, DiCaprio’nun şoför karakterine aşık olan, ancak çok geçmeden ailesinin ve kültürünün onun önünde yavaş yavaş öldüğünü görmeye başlayan, zengin Osage kabilesi kadını Mollie Burkhart rolündeki Lily Gladstone’dur. Gladstone, tatlı ve güçlü bir özgüvenle başlayan çarpıcı bir performans sergiliyor; ancak bu aura, sanki hayat yavaş yavaş vücudundan ve gözlerinden çekiliyormuş gibi kaybolup gidiyor.

Killers of the Flower Moon, 1920’lerde Oklahoma’da yaşanan ve kurbanlarının hepsinin petrol zengini bir yerli topluluğunun parçası olduğu bir dizi cinayeti konu alıyor. Cinayetler ilk başta zar zor soruşturuluyor. Bununla birlikte yeni kurulan Soruşturma Bürosu (FBI’nin öncüsü) kurulduktan sonra beceriksiz (ama kesinlikle insanlık dışı) suçluları ve onların yöntemlerini ancak yavaş yavaş ortaya çıkarmasıdır. Öte yandan Scorsese ve Roth, bu ayrıntıları hemen hemen en başından itibaren tasvir ederek, yayılan komplonun şok edici bir şekilde açıkta kalmasını sağlıyor. Grann’in kitabına göre, o dönemde pek çok beyaz adamın bir Kızılderiliyi öldürmesi cinayet olarak değil, hayvana zulüm olarak gördüğü söyleniyordu. Büro dedektifi Tom White’ın (Jesse Plemmons) hikayenin ilerleyen safhalarında ortaya çıktığında yapması gereken tek şey, herkesin zaten bildiği bir şeyi itiraf etmektir.

Bu, katillerin bakış açısından anlatılan bir cinayet gizemi; komplocuların, ne kadar siyasi nüfuza sahip olduğu göz önüne alındığında, kendilerinden aşağı gördükleri bir insanı, finansal kazanç için öldürmek konusunda ne kadar iğrenç olabildiklerini gösteren mide bulandırıcı bir farklılık taşıyor. Killers of the Flower Moon, Amerika’nın ilk günahlarından birinin bir uzantısı (ve buna odaklanmış bir metafor) işlevi görüyor: Yüzyıllar boyunca yerli halklara kötü muamele ile onlara yapılan sıradan katliam suratımıza tokat gibi iniyor!

Ancak Osage karakterleri yalnızca sempatik kurbanlar olarak gösterilmiyor. DiCaprio, cazibesi suç ortaklığının altında kaybolan coşkulu uşak Ernest’i canlandırırken, DeNiro görünüşte onun yardımsever amcası, entrikacı ve kendisinden “Osage Tepeleri Kralı” diye söz eden iş adamı William Hale’i canlandırıyor. Ancak Osage kabilesinin bakış açısı Killers of the Flower Moon’un başarısının merkezinde yer alıyor. Senaryo, Osage’in katkılarıyla büyük ölçüde yeniden yazıldı ve bu gösteriyor ki, onlara uygulanan vahşetin yanı sıra, bu hikaye onların doğum, ölüm ve evlilikle ilgili ritüelleri ve inançlarından, onların yaşam tarzlarına kadar kültürleriyle de ilgili.

1920’lerde geçmesine rağmen Killers of the Flower Moon’u, Rodrigo Prieto’nun muhteşem manzara sinematografisinden Robbie Robertson’un müzikal zekasına kadar, kendini yansıtan bir Western filmi olarak sınıflandırabiliriz. Ortadaki olaylar klasik mafya filminin yanı sıra klasik Western filminin geleneklerine göre çerçevelenmiştir. Yakın zamana kadar Hollywood’da Yerli “vahşiler”in masum beyaz karakterleri sık sık ve yaygın bir şekilde mağdur ettiğini görürken, burada durum tersine döndü; Scorsese gerçek tarihi, sinemanın içine ustalıkla ekliyor ve gerçeği açığa çıkarırken politik algıları altüst ediyor.

Destansı uzunluğuna rağmen Killers of the Flower Moon’u özellikle ilgi çekici kılan şey, ister Scorsese’nin akıcı kamera hareketleri, ister editör Thelma Schoonmaker’ın itici kesmeleri, ister ikisinin uzman birleşimi yoluyla olsun, baş döndürücü, insanı nefes almadan olaylara kitleyen ivmesidir. Konu kasvetli olabilir, ancak bu Scorsese filmleri arasında rahatsız edici derecede eğlenceli, ama aynı zamanda sizi rahat ettiren yapıya sahip. Bu filmde Scorsese çerçevenin hemen dışında, çoğu zaman içinde de gizlenen kötülüğü ve kana susamışlığı keskin bir şekilde, korkusuzca gösteriyor.

Filmin en sürükleyici sahneleri, Mollie ile Ernest arasındaki gerçek aşk hikayesine, tüm neşesine ve zorluklarına odaklanan, Amerika’nın Yerlileri ile sömürgecileri arasındaki kırılan güveni iç dinamiğe indirgeyen sahnelerdir. Parıldayan, gerçekçi bir çekiciliğe sahip çok yönlü bir ilişki var ortada. Ancak sıkıntılı koşullar göz önüne alındığında, filmin merkezindeki aşkla ilgili neredeyse her şey sorgulanır hale gelir. Şiddetli kan sahneleri, şüphenin vahşeti kadar acı verici olabilir, çünkü hem Mollie hem de seyirci, Ernest gibi bir adamın ne kadar samimi olabileceğini merak etmeye yönlendiriliyor.

Failler izleyiciler tarafından bilindiği için, Dolunay Katilleri bunun yerine Ernest’in ahlakı ve suç ortaklığına ilişkin soruların Mollie’nin gözünde merkezi gizem haline gelmesine izin veriyor ve sonuçta duygusal açıdan mide bulandırıcı bir sonuç biçiminde kesin bir sonuca varıyor. Ernest’in eylemlerinin ağırlığına ve bunların kendi farkındalığı sorununa odaklanma filme rehberlik ediyor ve sinemasal olarak cesur ve kendinden emin hissetse bile bizi duygusal belirsizliklere bağlı tutuyor. Scorsese kesin bir olay örgüsüne izin verse de, film bize gerçek bir duygusal kapanış hissi vermiyor.

Yerli karakterlerin yaşamları gibi, Killers of the Flower Moon’daki en etkileyici sahneler çok sayıda uyarıyı beraberinde getiriyor; çünkü ölüm Amerika’da her köşede değil, her Amerikan kasabasının Ana Caddesinde gizleniyor. Martin Scorsese yine dostça ve tanıdık bir gülümseme ile sinemaya damga vurmuş oluyor.

Filme puanım 10 üzerinden 8!

yasam.kaya@gmail.com