Uzay boşluğunun sonsuz sessizliğinde kaybolup, Dünya’ya geri dönmek her astronotun rüyasıdır, ama ya o boşluktan bir parça sizinle birlikte gelirse? Jess Varley’nin ilk uzun metrajlı filmi The Astronaut, bu soruyu temel alarak, gerilim dolu bir hikaye örüyor. Kate Mara’nın canlandırdığı Kaptan Sam Walker, uzaydaki ilk görevinden sağ salim dönmüş gibi görünse de, NASA’nın yüksek güvenlikli bir evinde karantinaya alındığında, gerçeklik yavaş yavaş çatlamaya başlıyor. Varley, hem yönetmen hem de senarist olarak, izleyiciyi Sam’in paranoyak dünyasına hapsediyor; burada sıradan bir kahvaltı masası bile tehditkar bir sahneye dönüşebiliyor. Film, bilimkurgu ve korku unsurlarını ustaca harmanlayarak, izleyicinin zihninde kalıcı bir iz bırakmayı hedefliyor, ancak bu hedefe ulaşmak için attığı adımlar bazen tökezliyor.
Hikaye, Sam’in okyanusa acil inişiyle açılıyor – bir sahne ki, suyun derinliklerinden yükselen gizemle yüklü. Karantinada geçen günler, Sam’in bedeninde ve çevresinde tuhaf olaylarla dolup taşıyor: Açıklanamayan morluklar, migrenler, halüsinasyonlar ve evin içinde duyulan gizemli sesler. Varley, bu unsurları yavaş yavaş dozlayarak, izleyiciyi Sam’in perspektifinden şüpheye düşürüyor. Gerçek mi, yoksa uzayın yarattığı bir travma mı? Bu soru, filmin ilk yarısını taşıyan en güçlü motor. Sam’in ailesiyle – kocası Mark (Gabriel Luna) ve kızıyla – ilişkisi, hikayeye duygusal bir katman ekliyor, ancak bu katmanlar bazen yüzeysel kalıyor. Laurence Fishburne’ün canlandırdığı General William Harris, Sam’in babası olarak, otorite figüründe gereken ağırlığı veriyor, ama rolü sınırlı kaldığı için tam potansiyelini sergileyemiyor.
Kate Mara, filmin tartışmasız yıldızı. Sam’in çöküşünü, başlangıçtaki kararlılıktan giderek artan çaresizliğe geçişini, inandırıcı bir şekilde yansıtıyor. Gözlerindeki tedirginlik, her sahnede hissediliyor; sanki uzayın soğukluğu hala damarlarında dolaşıyor. Gabriel Luna, Mark olarak sıcak bir kontrast yaratıyor – ailesini bir arada tutmaya çalışan bir adamın kırılganlığını ustalıkla sergiliyor. Yeni yüz Scarlett Holmes da, Sam’in kızını canlandırarak, masumiyetin ortasındaki korkuyu dokunaklı bir şekilde aktarıyor. Fishburne ise, kısa sahnelerinde bile ekranı domine ediyor, ama keşke senaryo ona daha fazla alan verseydi. Oyuncular, filmin en güçlü yönü; onların sayesinde, düşük bütçeli bir yapım olmasına rağmen, hikaye ayakları üzerinde duruyor.

Yönetmenlik açısından, Varley’nin vizyonu etkileyici. Tek mekanda geçen bir film için, evin lüks ama klaustrofobik atmosferini mükemmel kullanıyor. Işık oyunları, gölgeler ve ses tasarımı – özellikle o ürpertici, uzaydan gelen gibi uğultular – gerilimi zirveye taşıyor. Bir sahnede levite eden bir yumurta bile, sıradanlığı dehşete dönüştürüyor. Görsel efektler, bütçe sınırlarında kalmış olsa da, akıllıca kullanılmış; CGI yerine pratik efektlere yaslanarak, daha organik bir korku yaratılmış. Müzik, filmin nabzını tutuyor – minimal ama etkili, izleyiciyi sürekli tetikte tutuyor. Ancak, tempo sorunları var: Orta kısım biraz sarkıyor, atlamalı korku sahneleri (jump-scares) bazen gereksiz geliyor ve filmin yavaş yanma yaklaşımı, bazı izleyicileri sıkabilir.
Ne yazık ki, The Astronaut en büyük darbesini finalde yiyor. Hikaye, beklenmedik bir twist’le yön değiştiriyor, ama bu twist o kadar aceleye getirilmiş ki, izleyiciyi tatmin etmek yerine sinirlendiriyor. Potansiyel bir oyun değiştirici gibi sunulan bu dönemeç, aslında klişelere yaslanıyor ve filmin önceden kurduğu gizemi boşa çıkarıyor. Aile temaları, uzaylı unsurları ve psikolojik derinlik, son dakikalarda karman çorman oluyor; sorular cevapsız kalıyor, implikasyonlar göz ardı ediliyor. Bu, Varley’nin senaryosundaki en büyük zaaf: Başlangıçtaki özgünlük vaadi, klasik sci-fi trope’larına yenik düşüyor. Film, Alien ve E.T. gibi eserlerden esinlenmiş, ama bu esinlenmeler bazen kopya çekmeye dönüşüyor.
Sonuç olarak, The Astronaut umut vaat eden bir debut, ama tam anlamıyla iniş yapamıyor. Eğer yavaş gerilimli, karakter odaklı sci-fi seviyorsanız, Mara’nın performansı için izlemeye değer. Ancak, orijinal bir hikaye arıyorsanız, uzayın derinliklerinde daha iyi seçenekler var. Varley’nin yeteneği belli – bir sonraki filminde, bu tökezlemeleri aşarsa, gerçek bir yıldız doğabilir. 6/10.
yasam.kaya@gmail.com
