Cannes 2025’te dünya prömiyerini yapan, İKSV Filmekimi’nde gösterilen Ari Aster’ın Eddingtonı, Slavoj Žižek’in felsefi bir kabusunu andıran bir neo-batı hicvi: Burada, Amerikan derin devletinin gölgesinde, pandemi bahanesiyle küçük bir New Mexico kasabasının topraklarına çökülmesi, teknoloji tekellerinin halkı manipüle etmesi ve ırksal çatışmaların körüklediği kaos, kapitalizmin vahşi yüzünü ifşa etmiş. Žižek’in ideoloji eleştirisi gibi, film de pandemi sürecini bir maske olarak kullanıyor – sözde kamu sağlığı adına, ama aslında sermayenin egemenliğini pekiştirmek için. Aster, bu distopyayı western estetiğiyle işlerken, sol bir perspektiften bakıldığında, filmin gücü tam da bu sömürü mekanizmalarını sertçe teşhir etmesinde yatıyor: Emekçi halkın toprakları gasp edilirken, sistemin kuklaları olan şerif ve belediye başkanı, böl-yönet taktiğiyle insanları birbirine kırdırıyor.
Filmin kalbi, Amerikan derin devletinin pandemi sırasındaki rolünü ifşa eden o kasvetli çöl manzaralarında atıyor. Küçük kasaba Eddington, görünüşte bir salgınla boğuşurken, asıl tehdit dışarıdan geliyor: Bir teknoloji devi (Google veya Amazon’u andıran bir canavar), veri merkezleri kurmak adına halkın topraklarını ucuza kapatıyor. Aster, bunu Žižekvari bir ironiyle sunmuş – pandemi kısıtlamaları, maske zorunluluğu ve karantinalar, halkı evlerine hapsederek direnişi kırıyor, böylece şirketin “yatırımları” sorunsuz ilerliyor. Bu tam bir neoliberal soygun: Devletin kolluk güçleri (şerif William, Joaquin Phoenix’in muhteşem canlandırdığı kırık bir figür), “bilim” ve “güvenlik” kisvesi altında, emekçilerin mülklerini sermayeye peşkeş çekiyor. Halkın topraklarına çökülmesi, yerli soykırımlarından beri süren bir geleneğin devamı gibi resmedilmiş – ama bu sefer, dijital sömürgecilikle. Eleştirmen olarak söylüyorum: Aster, bu süreci o kadar acımasızca betimliyor ki, izleyiciyi öfkelendiriyor; pandemi, sadece bir virüs değil, kapitalizmin krizleri fırsata çevirme aracı olarak ortaya çıkıyor.
Teknoloji şirketinin halkı oyalama taktikleri ise filmin en keskin bıçağı. Şirket, kasabaya “iş fırsatları” ve “bağlantılı dünya” vaatleriyle giriyor, ama gerçekte, sosyal medya algoritmaları ve sürekli bildirimlerle insanları bölüyor. Žižek’in “gerçek olmayan gerçeklik” kavramı gibi, burada telefon ekranları bir illüzyon makinesi: Komplo teorileri (5G çipleri, “plandemi”) şirket tarafından körükleniyor, halkı gerçek düşmandan –yani sermayeden– uzaklaştırmak için. Sol bir pencereden, bu tam bir sınıf savaşı manipülasyonu: Emekçiler, maske savaşlarında boğulurken, şirket veri madenciliğiyle servet biriktiriyor. Pedro Pascal’ın belediye başkanı Hank’i, bu oyalamanın mükemmel bir aracı – popülist nutuklarla halkı “özgürlük” diye kandırıyor, ama arkasında derin devlet bağlantıları var. Aster’ın kurgusu, bu sahneleri vahşi batı düellolarıyla iç içe geçirerek, teknolojinin nasıl bir silah haline geldiğini göstermiş: Bildirim sesleri, kurşunlardan daha ölümcül, çünkü beyinleri esir alıyor. Sertçe eleştirirsem, film kapitalizmin bu dijital tuzağını o kadar iyi ifşa ediyor ki, izleyiciyi pasif tüketici olmaktan çıkarıp devrimci bir öfkeye sürüklüyor – ama ne yazık ki, Hollywood’un sınırlarında kaldığı için tam bir manifesto olamamış.
Irksal çatışma ise filmin kaotik zirvesi: Zenci/beyaz gerilimi, BLM protestolarını andıran sahnelerde, derin devletin böl-yönet stratejisini somutlaştırıyor. Kasabada, siyahi bir karakterin (Scoot McNairy’nin etkileyici performansı) polis şiddetine maruz kalması, George Floyd’un yankısı gibi, ama Aster bunu Žižek’in “ırkçılığın ideolojik işlevi” lensiyle büyütmüş. Beyaz emekçiler, pandemi korkusu ve komplo teorileriyle doldurulurken, ırksal öfke bir dikkat dağıtıcı haline geliyor – şirketin toprak gasbı sırasında, halk birbirini boğazlıyor. Bu utanç verici bir gerçek: Kapitalizm, ırkçılığı bir araç olarak kullanırken, beyaz üstünlüğünü körükleyerek sınıf dayanışmasını engelliyor. Filmde, beyaz kasaba sakinlerinin BLM karşıtı nutukları, Hank’in liderliğinde bir linç havasına dönüşmüş; bu sahneler o kadar sert ki, izleyiciyi ırkçı sistemin pandemiyle nasıl pekiştiğini görmeye zorluyor. Aster, finaldeki şiddet patlamasında (spoiler vermeden: bir kaos orgisi), bu çatışmanın nasıl bir toplumsal patlamaya yol açtığını gösteriyor – ama eleştirmen olarak, keşke daha fazla siyahi perspektif sunsaydı diyorum; yine de, beyaz liberalizmin ikiyüzlülüğünü iğnelemesi bile devrimci bir adım.
Sonuçta, Eddington Žižek’in distopik bir western’i gibi: Amerikan derin devletinin pandemi maskesi altında halkı soymasını, teknoloji tekellerinin beyin yıkamasını ve ırksal kaosu kapitalizmin devamı için kullanmasını sertçe eleştiriyor. Sol bir sinema eleştirmeni olarak, filmi alkışlıyorum – çünkü neoliberal cehennemi ifşa ediyor, ama aynı zamanda eleştiriyorum: Aster, bu temaları yeterince radikal bir çözüme bağlamıyor, sadece teşhis koyuyor. Yine de, 2025’in en provokatif filmi; izleyin ve öfkenizi örgütleyin. 8/10.
yasam.kaya@gmail.com

