OYUNUN OYUNU (2025):“Tiyatronun Kaotik Aynası” / YAŞAM KAYA

Michael Frayn’in 1982’de kaleme aldığı “Noises Off”, tiyatro dünyasının absürt karmaşasını merkeze alan bir başyapıt olarak sahnelenmeye devam ediyor. Türk seyircisi için “Oyunun Oyunu” adıyla uyarlanan bu eser, DK Yapım ve Good Directions Entertainment iş birliğiyle, Salih Kalyon, Günay Karacaoğlu ve Sermiyan Midyat gibi usta isimlerin önderliğinde Maximum Uniq Hall’un geniş sahnesinde hayat buldu. Oyun, bir grup aktörün, “Nothing On” adlı vasat bir farssı prova etmek ve sahnelemek için verdiği mücadeleyi, çarpıcı bir yapı içinde ele alıyor: ilk perde provaların felaket dolu hazırlık aşamasını ve arka plan kaosunu, ikinci perde ise turne sırasında dağılan her şeyi yansıtıyor. Bu prodüksiyon, Frayn’in orijinal metnini sadakatle korurken, Türk tiyatrosunun enerjik damarını da enjekte ederek, seyirciyi kahkahalarla dolu bir girdaba sürüklüyor. Ancak bu kaosun altında yatan ustalık, tiyatronun kırılganlığını sorgulatan bir derinlik taşıyor; zira sahnedeki her hata, aslında sanatın insanî kusurlarını ifşa ediyor.

Prodüksiyonun en çarpıcı yanı, sahne tasarımı ve mekan kullanımı. Yönetmen Ali Gökmen Altuğ, oyunun ikonik sahnelerini ustalıkla yorumlayarak, ön ve arka plan arasındaki geçişi adeta bir sihirbazlık numarasına dönüştürmüş. İlk perdenin ortalarında, seyircinin sahnedeki “gerçek” oyunu izlerken, arkadaki panik dolu koşuşturmayı göz ucuyla yakalaması, tam bir görsel şölen yaratıyor. Dekor, dönemin İngiliz taşra tiyatrolarını andıran yapıda ve kapılarla dolu bir ev seti üzerine kurulu; bu tasarım komedinin motoru haline geliyor. Barış Dinçel’ in zekası sahnenin her köşesinde. Işık ve ses tasarımı da kusursuz: Karanlıkta yankılanan sesler veya ani spotlar, gerilimi komik bir tepe noktasına taşıyor. Bu unsurlar, oyunu sadece bir farssa olmaktan çıkarıp, tiyatronun teknik inceliklerini kutlayan bir meta-tiyatro şölenine eviriyor. Seyirci, hem “Nothing On”ın sahte dünyasında hem de aktörlerin gerçek çaresizliğinde kayboluyor; bu ikilik, Frayn’in dehasının ta kendisi.

Oyunculara gelince, bu kadro kaliteli isimlerden oluşmuş ve her biri rolüne öyle bir oturmuş ki, sanki yıllardır bu kaosu yaşıyormuş gibi. Salih Kalyon, deneyimli yönetmen Lloyd Dallas’ı canlandırırken, otoriter havasını giderek dağılan bir çaresizliğe dönüştürmede muazzam bir iş çıkarıyor; yüz ifadeleriyle tek başına sahneleri domine ediyor. Günay Karacaoğlu, eksantrik aktris Dotty Otley olarak, unutkanlığını ve kıskançlığını öyle doğal bir abartıyla yansıtıyor ki, seyirci onun her hatasında kendini gülmekten alıkoyamıyor. Sermiyan Midyat ise, saf ve hevesli Garry Lejeune rolünde, fiziksel komediyi yerli yerinde oynamış: Koşuşturmaları, takılmaları ve sessiz çığlıkları, oyunun ritmini belirleyen bir saat gibi işliyor. Diğer isimler –Ali Gökmen Altuğ’un rejisör asistanı Brooke Ashton’u oynayan naifliği, Gamze Kuş’un Belinda rolündeki enerjisi ve Kemal Yiğitcan’ın Tim’iyle yaşattığı mekanik panik– kadroyu tamamlıyor. Hepsi, Frayn’in metnindeki fiziksel talepleri aşan bir senkronizasyonla hareket etmiş; replik atlamaları, kostüm felaketleri ve doğaçlama dokunuşlar, Türk tiyatrosunun spontane ruhunu hissettiriyor. Bu ekip, sadece oynamıyor; tiyatronun kolektif deliliğine muhteşem bir selam çakıyor.

Komedi unsurları, oyunun omurgası. Bu prodüksiyon, onları zirveye taşırken ekip ruhunu derinlemesine yakalamış. Frayn’in farssı, klasik slapstick öğeleriyle (düşmeler, karışıklıklar, yanlış anlaşılmalar) birleştirirken, tiyatro klişelerini de acımasızca tiye alıyor: Aktörlerin ego savaşları, yönetmenin sinir krizleri ve seyirciyi kandırma çabaları, kahkahayı tetikleyen zincirleme reaksiyonlar yaratıyor. İlk perdenin arka plan kaosu, özellikle, bir tür sessiz sinema ustalığı; aktörler, seyirciye sırtlarını dönerek bile hikaye anlatıyor ve bu, tempoyu nefes aldırmadan yükseltiyor. İkinci perde ise turne yorgunluğunu betimlerken, ritmi zirveye çıkarıyor –replikler, giriş-çıkışlar, kostümler ve dekor tamamen dağılmış halde. Türk uyarlamasında, bazı replikler kültürel nüanslarla zenginleştirilmiş –örneğin, sardalya kutularının yerine hafifçe uyarlanan “Türk usulü” detaylar– ki bu, evrensel metni yerel bir tazelikle buluşturuyor. Sonuçta, oyun sadece güldürmekle kalmıyor; seyirciyi, tiyatronun ne kadar kırılgan ve bağımlı bir sanat olduğu konusunda da düşündürmüş. Kahkaha, bir terapi gibi adeta: Günlük hayatın stresini, sahnedeki felaketlerle eritiyor.

Yine de, mükemmellikten uzak bir iki nokta var ki, bunları not etmeden geçmek haksızlık olur. İkinci perde, turne çöküşünü işlerken, ritim biraz tökezliyor; kaos zirveye çıkarken, bazı sahneler orijinal metne göre daha az keskin kalıyor, belki de geniş sahnede dağılan enerjiden. Ayrıca, kadın karakterlerin (Brooke ve Poppy gibi) derinliği, erkek egemen kaosun gölgesinde biraz sönük kalıyor –Frayn’in metni zaten bu yönde, ama modern bir yorumda daha fazla katman eklenebilirdi. Bunlar, oyunun genel zaferini gölgelemiyor elbette; aksine, tiyatronun kusursuz olamayacağını hatırlatan ironik bir dokunuş.

Sonuç olarak, “Oyunun Oyunu”, sezonun en ferahlatıcı tiyatro deneyimi. Salih Kalyon gibi usta bir ismi böylesine bir komedide izlemek bizler için sezonun en önemli olayların birisi. Eğer kahkaha atmayı ve tiyatronun perde arkasını merak ediyorsanız, bu prodüksiyonu kaçırmayın; Maximum Uniq Hall’un akustiği ve genişliği, komediyi katmerliyor. Frayn’in eseri, her uyarlamada yeniden doğuyor ve bu Türk versiyonu, onu hem nostaljik hem de taze kılıyor. Seyirciye “merhaba” diyen bu şölen, perdeler kapandığında bile gülümsemeyi yüzünüzde bırakıyor –tiyatro, sonuçta, bir ekip işi değil mi?
Oyuna Puanım: 10/7

yasam.kaya@gmail.com